“Bazen bir şehir, sadece sokaklarında değil; kaldığın odanın penceresinden baktığında da kendini anlatır.” Osmanlı’nın izleriyle Avrupa’nın zarafetini aynı karede buluşturan Saraybosna, beni ilk andan itibaren büyüledi. Bu şehirde geçirdiğim her an, hem geçmişe bir yolculuk gibiydi hem de ruhu dinlendiren bir keşif. Seyahatimin en özel durağı ise köprünün iki yakasında iki ayrı yüzüyle misafirlerini ağırlayan Hotel Ornament oldu.

Köprünün İki Yakası, Tek Ruh: Hotel Ornament
Saraybosna’nın tam kalbinde yer alan Hotel Ornament, aslında iki farklı binadan oluşuyor. Köprünün sol tarafındaki yapı modern çizgilere sahip; sessizliği ve huzurlu atmosferiyle şehir keşfi sonrası dinlenmek isteyenler için ideal. Sağ taraftaki bina ise bambaşka bir hikâye anlatıyor: sarı cephesi, Avusturya mimarisiyle bezenmiş detayları ve iç mekândaki nostaljik dokularıyla sanki zamana direnen bir sahne gibi.
Her iki binada da ortak olan şey ise, samimiyet ve sıcaklık. Misafirperverlikleri o kadar içtendi ki, kendimi yabancı bir ülkede değil de memleketimde hissediyordum. Resepsiyonda gülümseyen yüzler, sabah kahvaltısında “iyi uyudunuz mu?” diye soran sesler... Küçük detaylar ama büyük hisler. Üstelik çarşıya olan yakınlığı ve tertemiz ortamı, oteli benim için Saraybosna’daki evim haline getirdi.

Tarihin İzinde Bir Şehir
Saraybosna sokaklarında yürürken, sanki 1980’lere ışınlanmış gibi hissediyorsunuz.
Dar sokaklarda yankılanan ayak sesleri, bakırcıların çekiç sesine karışıyor; her köşe tarihin bir parçasını anlatıyor. Şehrin kalbi Başçarşı’daki buram buram tarih kokuları her köşesinden gelen ayrı bir yemek kokusuyla adeta dans ediyor... Aynı sokakta hem bir Osmanlı sebilini hem de bir Avusturya binasını görebilmek, bu şehrin en etkileyici özelliği.
Başçarşı’da dolaşırken en çok dikkatimi çeken detaylardan biri, neredeyse hiçbir yerde özellikle bakırcılar çarşısındaki hiçbir dükkanda kredi kartı geçmemesiydi. Ancak bu bir sorun değil; çünkü çarşının her köşesinde döviz büroları ve ATM’ler bulunuyor. Nakit para çekmek son derece kolay. Zaten şehirde genel olarak kredi kartı kullanımı oldukça sınırlı; bu yüzden yanınızda bir miktar yerel para bulundurmak büyük kolaylık sağlıyor.
Bir diğer küçük ama önemli detay: Pazar günleri Saraybosna oldukça sakin. Pek çok dükkân, kafe ve restoran kapalı oluyor. Şehri keşfetmek için harika bir gün ama alışveriş ya da gastronomi planlarınızı buna göre yapmanızda fayda var. Özellikle gittiğim her yerden gazete alarak koleksiyon yapan biri olarak, pazar günü gazete bulmak konusunda çok zorlanmıştım...
Zamanımın büyük kısmını Başçarşı’da geçirdim; birkaç kez baştan sona yürüdüm.
Teleferikle tepeye çıktım ve buradan panoramik şehir manzarasına izledim, çarşının diğer ucunda yer alan Sönmeyen Ateş anıtına yürüdüm, burası beni çok etkiledi, tarihin sessizliğinde düşünmeye dalacağınız bir nokta. Ardından, çocukluğumdan beri okuyup ezberlediğim, binbir sınav sorularını cevapladığım o savaşın, I. Dünya Savaşı’nın başladığı Latin Köprüsü üzerinde durup o anın ağırlığını hissettim. Saraybosna sadece gezilmiyor, yaşanıyor resmen...

Saraybosna Sofraları: Küçük Lokmalar, Büyük Hikâyeler
Bir şehri tanımanın en güzel yolu, onun yemeklerinden geçer derler. Saraybosna’da bu sözün hakkı fazlasıyla veriliyor.
İlk günümde klasik ćevapi ile başladım: sıcak somun ekmeği içinde, nefis baharatlarla yoğrulmuş küçük köfteler... Yanında soğan ve kaymakla servis ediliyor; sade ama unutulmaz bir lezzet.
Ardından sıra bureklere geldi. Burada börek sadece bir hamur işi değil, adeta bir kültür. Patatesli, peynirli, kıymalı, ıspanaklı çeşitlerini denedim. Hepsi ayrı ayrı lezizdi; özellikle peynirli olan, yumuşak dokusu ve dengeli tuzuyla favorim oldu. Burekler genellikle yoğurtla servis ediliyor, ancak sade haliyle tattığınızda lezzeti çok daha belirgin hissediyorsunuz. Üstelik porsiyonlar oldukça büyük ve doyurucu.
Tatlı olarak Prag’ın meşhur trdelnik’ini denemeden dönmek olmazdı. Aslında Trileçe ve Trdelnik arasında kaldım ama Mekadonya’da trileçe yiyince gönlüm trdelnikten yana oldu... Tarçın ve şekerle kaplanmış sıcak hamurun kokusu, sokakta yürürken bile insanı cezbediyor. Ve tabii ki Saraybosna’nın simgesi haline gelmiş kahve, yani onların deyimiyle “kafa.”
Burada kahve içmek başlı başına bir ritüel. Her şeyin bir “kafası” var: günaydın kafası, öğlen kafası, akşam kafası... Her anın kendine ait bir kahvesi ve sohbeti var. Kültürleri Türk kültürüne o kadar benziyor ki; kahvenin yanında ikram edilen lokum, sohbetin sıcaklığı ve misafirperverlik, insana yabancılık hissettirmiyor.
Üstelik şehirde birçok yerde Türk çayı da bulabiliyorsunuz, tam bizdeki gibi ince belli bardakta ve demli...

Saraybosna’dan Geriye Kalan
Hotel Ornament’taki konaklamam, Saraybosna deneyimimin kalbinde yer aldı. O sıcacık gülümsemeler, köprünün manzarası, tarih kokan sokaklar ve mis gibi kahve kokusu...
Bu şehir bana şunu öğretti: Seyahat, bazen sadece görmek değil; hissetmektir. Saraybosna, ruhunu tarihten alan ama misafirini bugünün sıcaklığıyla karşılayan bir şehir.
Eğer bir gün yolunuz buraya düşerse, Hotel Ornament’ta bir gece geçirmenizi içtenlikle öneririm. Çünkü orada sadece konaklamıyor, bir hikâyenin parçası oluyorsunuz.

Küçük Notlar
Konaklama: Hotel Ornament – Köprünün iki yakasında iki farklı ruh.
Mutlaka Deneyin: Ćevapi, Peynirli burek, Trdelnik, Bosna kahvesi.
Gezmeden Dönmeyin: Başçarşı, Latin Köprüsü, Sönmeyen Ateş, teleferikle zirve manzarası.
Hatırlatmalar: Pazar günleri birçok yer kapalı. Nakit bulundurun, çünkü çoğu yerde kredi kartı geçmiyor.
Bu yazı dizisi, seyahatlerimde tattığım lezzetleri ve dokunduğum ruhları anlatan “Biraz Toz, Biraz Tuz” köşemin ilk durağı. Çünkü her şehir, kendi sofrasını ve hikâyesini sunar.
Yollar biter, tatlar değişir ama hatıralar hep aynı kalır.
Yoldan geçerken, sofrada kalırken, gezdikçe biriktiren, tattıkça hatırlayanlar için..
